Günde iki kez havalandırmada askeri düzende tören yürüyüşü eşliğinde marşlar söylenerek yürütülüyorduk. Yanlış söylenen bir marş veya yanlış atılan bir adımda vahşet boyutunda bir dayak ve olmadık eziyetlerle karşılaşıyorduk. Bu nedenle kendisinin yüzünden tüm koğuşun işkence görmemesi için herkes son derece dikkatli davranıyordu. Marşlar gür bir ses ve adımlar doksan derece olmalıydı. Ayağa kalkamayacak derecede hasta olanlarla benim gibi sakatlar da bazen bu yürüyüşe dahil ediliyordu.
Yine bir defasında yürüyüşe dahil edilmiştim. En son sırada olduğumdan yürüyüş düzenini bozmuyordum ama görüntü komik bir hal alıyordu. Bu durumu gören blok onbaşısı yanıma yaklaşarak yürüyüşten çıkmamı ve kenarda ayakta beklememi söyledi. Arkadaşlarım gür seslerle marşlar söyleyip yürürken o da yanıma gelerek benimle konuşmaya başladı:
—Sen neden buradasın ? suçun ne? dedi.
—İsim benzerliğinden getirdiler. Dedim
—Yaaa öyle mi?
Yanında bulunan diğer asker :
—İnanma onbaşım bunlar hep böyle der ama çoğu militan çıkıyor. Diyince onbaşı :
—Yok oğlum be ! bunun her tarafı militan olsa ne yazar. Dedi ve koğuş gardiyanımıza dönerek :
—Bunu bundan böyle yürüyüşe falan sokmayın. Koğuşta kalsın zaten sakat. Kimseye ne bir faydası ve ne de bir zararı olur. Ne devlete ne millete yaramaz böyleleri. Dedi ve koğuşa gönderildim. Arkadaşlarım bas bas bağırıp, eğitim yapıp işkence görürlerken ben yatağa uzanıyordum. Ancak bazen işkence feryatları yüreğime ve beynime balyoz gibi inerken kendimi arkadaşlarıma karşı suçlu hissediyordum. Onların gördükleri işkenceye ortak olamamak kendimi sanki bir ihanetin içinde görmeme neden oluyordu.
Koğuştaki sıra dayaklarında yada ağır işkence uygulamalarından da muaf tutuluyordum. Bütün koğuş işkence görürken bana: “Git yatağa otur !” diyorlardı. Aslında en büyük işkence buydu. Gözlerimin önünde kanlar içinde kalan ve bayılan arkadaşlarıma bakamıyordum. Bazen gözlerimi kapatıp, parmaklarımla kulaklarımı tıkıyordum. Onlara vurulan her darbeyi yüreğimde hissediyordum. Korkunçtu. Gerçekten işkencede olmak bu kadar etkilemiyordu beni. Hatta bir ara dayanamayarak “Açık açık suçumu ve yargılandığım davayı söylemek istedim” ama arkadaşlar bunun kendilerine bir faydasının olmayacağını söyleyerek beni engellediler. “Biz işkence görüyoruz, birimizin ayakta kalıp bizlere yardım etmesi, yaralarımızı sarıp en azından ağzımıza bir bardak su tutması bile iyidir” diyerek beni bu fikrimden vazgeçirdiler.
Nihayet mahkemelerden iddianamelerimiz kitapçık halinde gelmeye başladı. İddianameleri okuyan gardiyan askerler iddianamede yazılan suçlara göre koğuşlara yönelerek ağır işkencelere başladılar. Blok onbaşımız elinde yirmi, otuz adet iddianamemizle koğuşa girdi. İddianamenin en başında benim ismim vardı. İsmi okunanın önce suçları okunuyor ardından suça göre işkence yapılarak iddianame imza karşılığı kendisine teslim ediliyordu.
Onbaşı :
—“Aziz Gülmüş ! suçu; komünist örgüt kurmak, bu komünist örgütün İl sorumlusu olmak, silahlı eylemlerde bulunmak, örgüte sempatizan kazandırmak için seminerler düzenlemek, kahve konuşmaları tertip etmek” vs. vs. vs..
Suçum okunduktan sonra:
—Kim bu Aziz Gülmüş bakalım! Diyince, bir adım öne çıktım ve yüksek sesle :
—Aziz Gülmüş Diyarbakııırrr Emret komutanııııımmm ! diyerek tekmil verdim.
Onbaşı şaşırmıştı :
—Oğlum ben Aziz Gülmüş’ü çağırdım siktir yerine git şerefsiz ! dedi.
—Aziz Gülmüş benim komutanım ! Dediğimde onbaşının suratı allak bullak olmuştu.
—Neeeee ? Aziz Gülmüş sen misin ?
—Evet komutanım benim !
Beni eğitim uygulamalarından ve işkenceden muaf tutan onbaşı çıldırmıştı adeta. İki üç ay sıra dayakları hariç sistemli bir işkenceye tabi olmamıştım. Kol düğmelerini açıp kolunu yukarıya doğru sıyırmıştı. Daha ilk yumrukta yıldızları saymaya başladım. Kalın bir sopayla yerde evire çevire dövmeye başladı. Kafamdan, kulaklarımdan ve burnumdan kanlar fışkırmıştı. Sol kolumu artık hissetmiyordum. Çünkü kalın sopa darbelerinden kırılmıştı. Ayak parmaklarımdan ikisinin çıktığını anlamıştım. İki dişim sizlere ömür. Birkaç kez bayıldım ama su dökerek tekrar ayıltıyorlardı. İşkence o kadar korkunç bir hal almıştı ki bir an önce ölmeyi çok arzuladım. Kendi kendime: “İnşallah bu darbe son olur, ölürüm de kurtulurum” diyordum. Ancak çok istememe rağmen ölüm bana nanik yapıp uzaklaşıyordu.
Ayıldığımda akşam olmuştu. Arkadaşlarım başucumda kimi beni seyrediyor, kimi de yüzümdeki kurumuş kanları temizliyorlardı. Ayıldığımı gören arkadaşlardan biri :
—Oğlum Ezo hadi yine iyisin kefeni yırttın ! demiş. Ben yattığım yerden hafifçe doğrulup, arkadaşlarıma bir şeyler demişim ancak ne dediğimi bilmiyordum sanırım geçici olarak şuurumu kaybettiğimden olacak ki sonradan arkadaşların dediğine göre:
—Arkadaşlar öbür dünyadan geliyorum. Hepinizin gözü aydın ! Cenette her birimize yeşillikler içinde villalar yapıldığını gördüm. Bana oradaki meleklerden biri şöyle dedi : “Siz beş nolu zindanında cezalarınızı tamamladınız. Buraya geldiğinizde hiçbir engel ve sorgu ile karşılaşmadan direk villalarınıza gidiyorsunuz,” dedi. Ve ardından :” Arkadaşlar fıstık gibi huriler bizi bekliyor !” Demişim.
Ben bunları dedikten sonra bizim yaşlı ve sessiz Şeyh Davut amca inanmış ve koğuştaki bir grup arkadaşa: “Hergün bu işkenceyi çekmektense ölmek istediğini” söylemiş.
Arkadaşlar da:
—Şeyh Davut Amca güzel hurileri duyunca durur mu? Diye takılınca, koğuşta bir kahkaha tufanı kopmuş…